Ana içeriğe atla
                 
İNSANIN DOĞADA KENDİNİ GERÇEKLEŞTİRMESİ


Felsefe dediğimiz disiplinin her zaman başlıca üzerinde durduğu konular Tanrı, İnsan ve Doğa olmuştur ve bunların karşılıklı ilişkileri üzerine yoğunlaşmışlardır. En erken felsefeciler başlıca tanrı ve doğa arasındaki ilişkiyi araştırmışlar, gerçekliği bunun üzerine inşa etmeye çalışmışlardır. Bu felsefeciler yunanlılar idi. Insanı doğadan ve tanrıdan ayrı olarak ele alanlarda ilk yunanlılar olmuştur. Ortaçağ gibi bir zaman dilimine geldiğimizde bu sefer hristiyan kilise ile birlikte doğanın bütünüyle gözardı edildiğini ve insanın tanrıyla ilişkisinin gündemde kaldığını görürüz. Modern felsefeciler ise başlıca doğa ve insan arasındaki ilişkileri konu almışlardır. Şu an biz ise Tanrıyı bütünüyle saf dışı etmiş adeta kendi kurduğumuz bir dünyanın Tanrısı şeklinde yaşıyoruz. Peki bu neye göre değişiyor ? O zaman bizim gerçekliği sabit kılacak bir fikrimiz nasıl olacak ya da sabit bir gerçeklik var mı ? Yoksa gerçeklik dediğimiz şey insanın doğayla ilişkisi ile birlikte sürekli dönüşüyor mu ? Bu gibi sorular aklımıza gelebilir. 
Zamanında, en başta newtoncu doğa anlayışı vardı klasik muntanyal doğa anlayışı. Bu doğa anlayışına göre Tanrı doğayı yaratmıştır, ona belli yasaları verdi ve geri çekildi. Evren bu şekilde mekanik saat gibi kendisinde olan belli yasalara göre hareket ediyordu. Bizim yapmamız gerekende bu yasaları açıklamaktır der klasik fizik. En başta newtoncu fiziğe göre doğa her ne ise o olandı, zaman, mekan, hareket gözlemciye göre değişmiyordu. Içindekilerden bağımsız bir şekilde hareket etmekteydi. Insanla bir ilişkisi söz konusu değildi. Biz olsakta olmasakta doğa yine hareket etmeye devam edecektir. 19.yy’a kadar , özellikle de pozitif bilimlerin gelişmesne kadar biz bu doğayı kabul ediyorduk, fakat 1800’lü yılların sonunda klasik fiziğin ard arda yapılan deneylere açıklık getirememesi, Einstein’ın görelilik kuramı, özellikle de özel rölativite kuramıyla ve kuantum teorisi ile birlikte yeni fiziğin temelleri atılıyor. Artık newtoncu anlamda her ne ise o olarak duran bir doğa yok, yeni dünyada insanın doğayla ilişkisi var hatta sadece bizimle de değil evrende her şeyin birbiri ile ilişkisi var. Bizden, insanın zihninden, kültürel, politik varlığından bağımsız bir doğa yok. Kavradığımız bütün bir evren, newtoncu doğa anlayışında olduğu gibi nesnelerden ortaya çıkmamakta, ilişkilerden ortaya çıkmaktadır. Nesneye ilişkin açıklama modellerimiz değişiyor. Klasik fizikte biz nesnenin, nesnelerin ne olduğunu açıklamaya çalışırız, modern fizikte ise görmemiz gereken nokta nesnelerden çok nesneler arasındaki ilişkilerdir. Nitekim dünyaya bakışımız, algımız değişti. Bunun altında yatan temel neden de fiziğe karşı gerçeklik algımızın değişmiş olmasıdır. Bu fizikle birlikte atom altı düzeyde zaman, mekan, madde, nesne, nedensellik, hareket kavramları yeniden açıklanıyor. Kuantum teorisi bize atom altı parçaların var olduğunu ve mikroskobik işlemler yapıldığında o parçacıkların çok soyut olduğunu söylüyor. Kuantum fiziğiyle birlikte nesneyi dalga ya da parçacık olarak değil, hem dalga hem parçacık olarak almamız gerektiğini görürüz. Kuantum teorisi ve Einstein’ın görelilik kuramı modern fiziğin temelini oluşturur. Einstein, o güne dek doğru bilinen yanlışları göstermiş ve evrenin dinamiklerini daha iyi anlamamızı sağlamıştır. Einstein’da da, kuantumda da parça ile bütün birbirinin hareketini tamamlayan yapıdadır. 
20.yy’da parça ile bütün ilişkisi klasik fiziğe ilişkin yapının dönüşmesine sebep oluyor.Modern fizikle bir çok aydınlanma yaşanır ve eski fiziğe dair de birçok tez çürütülür. Bu şekilde fizikteki değişmelerle birlikte doğayı, doğanın içindeki insanı kavrayışımızda değişiyor. 

Bizim algımız dahilinde dünya değişiyor, içindeki biz değişiyor. Kim değiştiriyor peki ? Biz değiştiriyoruz. Kimiz biz? Nereden ve nasıl geldik ? Ne için varız, ne yapıyoruz? Ampirik dünyanın varlığı insanla birlikte anlamlı artık.Dominique Simonnet, İnsanın En Güzel Tarihi adlı kitabında insanı kısa ve öz biçimde çok güzel anlatır. Kitabın başında şöyle der:

Ve aniden insan... Çok uzun zaman yok ki, günün birinde, bu garip hayvan hemcinslerinin arasından sıyrıldı. Doğadan koptu, onu istila etti, aştı, ona başka bir biçim verdi, çifti aileyi, toplumu icat etti; ve erki, aşkı, savaşı da... Neden? Onun bu keşif zihniyeti, fethe susamışlığı nereden geldi? Evet, niçin insan? Bu olduğumuz duruma nasıl geldik?

Pekala doğa nasıl bir duruma geldi? İnsan olarak özne, birey, kişi neyi anlatır ? Bu doğada nasıl konumlandırırız kendimizi ? Günümüzde dünya ile insan arasındaki ilişki ne boyuttadır ? Insanın doğası dediğimiz şey nedir ? Insan biyolojik bir canlı bununla birlikte aynı zamanda etik, politik, toplumsal bir canlıdır ve böyle bir canlı olmasıyla, içinde yaşadığı doğayı da belirleyen bir varolandır. Fizikteki değişmelerle birlikte doğanın insanla ilişkisinin ön plana çıktığını söylemiştik ve insan doğada belirleyici bir etken, güç halini almıştır. Günümüzde doğanın, insana hammadde olarak serildiği bir dünya var. Insanın kurmuş olduğu ve aynı zamanda yapıp ettikleri ile canlılık boyutunu, ekosistemi de dönüştürmüş olduğu bir dünyayla karşılaşıyoruz. Insanın egemen olduğu bir doğa söz konusu ve biz bu insan merkezli doğa anlayışına Anthropocce diyoruz, yani insan dönem. Uzmanlar yaşadığımız dönemin bir Antroposen çağ olduğu konusunda uzlaşıyor. Antroposen çağ dünyamızın geleceğine ilk kez bir tür tarafından yön verildiği zaman olarak kendini mümkün kılıyor. Dünya kavramı özellikle 19.yy’da doğadan bağımsız bir şekilde bizim için olan, insanın tarihsel, kültürel ve politik inşasıdır. Bu doğa insanın kendi eli ile üretmiş olduğu ikincil bir doğadır. Dünya artık yeni ve ikinci bir anlam taşıyor. Insanın yaşam alanı olarak dizayn ettiği bir sistem halini almıştır. Biz bu sistemle doğayı ikinci kez var kılıyoruz. Dünya artık büyük bir tarafıyla bizim araçlar inşa ettiğimiz ve dönüştürdüğümüz alan. Insanlık ürettiği teknolojilerle, fark ederek ya da etmeden dünyanın iklimine yön veriyor. Adeta dünyayı gezegen olarak yönetir hale geldik. Doğadan bahsettiğimizde artık şehirden bahsetmiş oluyoruz. Kurduğumuz yapılarla, teknolojilerle doğayı işleyebileceğimiz bir hammaddeye dönüştürdük. Yalnızca doğayı değil, kendimizi de gücün hammaddesine dönüştürdük. Yapılan teknolojiler ile birlikte hayatımıza yön veriliyor. Oluşturduğumuz ve de geliştirdiğimiz ticaret, iletişim, ulaşım ağlarıyla birlikte bu gücün yakıtı oluyoruz. Kendi ellerimizle bu sisteme isteyerek özgürlüğümüzü teslim ediyoruz. Bunu yaparkende doğayı nasıl kendisine yabancılaştırıyorsak, kendimizide kendimize yabancılaştırıyoruz. 
Antroposin çağ için, doğayı hakimiyeti altına almış, doymayan insan profili çizelim, bunu yaparken de kendi kendilerini yok etmeye girişen insan ırkı koyalım, bunu tek yapan canlı olarakta insanın altını çizelim. Böyle bir profil çizsek çokta yanlış olmaz sanırım. 
Doğrusu sormak gerekir teknolojinin arındırdığı bir doğa mı var, yoksa örttüğü bir doğa mı ? Tamamen artık kurmaya, ve kurgulamaya devam ettiğimiz bir dünya var ve bununla birlikte kendi ilişkilerimizide kurgulaştırıyoruz. Doğayı giydirmekten aslını göremiyoruz. Her yerde insanların eli, uzanmadığı yer yok.

 Bu yeni dünya ile birlikte gücü temsil eden sistemler, kurumlar var. Bu kurumların kölesi olarak mevcudiyetimizi resmediyoruz. Insan da insanın kaderini belirledi çünkü. 
Birey, kendi, özne olarak insan, filozofların ve birkaç bilinçli insanın elinde kaldı. 
Varlığımızı zihnimizde değil, çok başka yerlerde inşa ediyoruz. Teknolojinin son hız ilerlediği, sınırları aştığı bir dünyada yaşıyoruz. Dünyayı nasıl görüyüruz acaba ? Biz dünyayı nasıl görüyoruz ? Bilen, anlam üreten, düşünen bir varolan olarak nasıl görüyoruz ? Nasıl temellendiriyoruz bu dünya içinde kendimizi ? Doğrusu yaşadığımız doğa bu kadar kurgu iken, yaşadığımız hayatın gerçeklikten uzak olmadığını kim söyleyebilir bize ? Bu kadar yapay bir zemin kurarken, gerçekliğe nasıl ulaşabiliriz ? Sanki artık gerçekliği aramıyor da üstünü örtmeye çalışıyor gibiyiz. Sahte bir cennet yaratıyoruz kendimize, böyle bir yerde hangimiz hangimizden gerçek olmasını bekleyebiliriz ? Algısal olarak küçülüyor dünya, peki birbirimize yaklaşırken nasıl bu kadar uzaklaşmayı başarabiliyoruz ? Kendimize bunu nasıl yapıyoruz ? Nesnelerin dünyası içinde, kendilik bilincimizi kaybediyoruz. Gördüğümüz şekliyle değil, görmemizi istedikleri şekliyle algılıyoruz artık dünyayı. Şartlanmış bir şekilde fakat kendimizi de daha özgür kılarak. Nasıl insan hapis olurken özgürleşebilir ? Işte tam da kendilik bilincini gücün altında kaybeden insanın cevaplayabileceğï bir soru. Benliğimizi, toplumun içinde nasıl erittiğimizi karşılayacak bir soru. Zira küreselleşmeye daha da bütünleşmeye doğru gidiyoruz. Mesele dünyayı nasıl gördüğümüz değil artık, dünyanın bize nasıl gösterildiği ve dünyada nasıl görüldüğümüz , hatta daha ileriye gidelim biz kendimiz kendimize nasıl gösteriliyoruz ? Descartes, düşünüyorum, o halde varım  demişti fakat artık, düşündüğü için varolan bir özne temeli yok. Artık görülüyorsam, o halde varım diyoruz. Varğımızı kendi zihnimizde değil, diğer insanların gözlerinde inşa ediyoruz. Insan görünürlülüğü ile kendini var kılılıyor. Bireysellikten uzaklaşıyoruz. Birey olarak değil de her birimiz sürü olarak, sürünün bir parçası olarak varlık alanına taşınıyoruz, çünkü gücün hegemonyası altında güdülmek isteniyoruz. Parçanın, bütün karşısında değersizleştiğini görürüz. Birey olarak insan yadsınır, görmezden gelinir. Toplumsal varlık olarak insan söz konusu edilir. Kendiliğimizden, biz olmaklığımızdan uzaklaşarak yaşadığımız bir hayat var. Bizim için kurulmuş, belirlenmiş, gücün dizayn ettiği bir hayat bu. Aynileşerek, adeta sürünün bir parçası olmak için yaşıyoruz. Bu güç ne peki ? Insanlar.. Bu güç biziz. Bu güç ekonomisi zengin devletler ve zengin insanlar, oluşturduğumuz ticaret ağları, teknoloji... Bu güç kapitalist sistem.. Insanların aynılaştıırıldığı, ulus-devletlerin sınırlarının kalktığı, özümüzden, değerlerimizden daha da uzaklaştırıldığımız bir dünyaya doğru ilerliyoruz. Insan böyle bir dünyada kendisini nasıl bulacak ? Asimile oluyoruz yeni dünya ile birlikte. Tek güç, tek ulus istiyorlar. Böylelikle bütünleşmeye, farklılıklarımızın kalktığı bir dünyaya doğru gidiyoruz. Güçlerin savaşını görürüz bu dünyada, dünyanın hakimi olmak için savaşırlar, daha doğrusu tek bir güç olmak için. Başrolde gücün olduğu, insanların yazdığı bir senaryo bu. Insan tarihi olan bir canlıdır. Kendi üzerine düşünen, içine katlanan, kendi tarihini yazan bir canlıdır. Diğer canlılar gibi değildir, türsel boyutunun yanında tarihi, kültürü, değerleri vardır, politik, hukuki bir canlıdır. Toplumsal boyutu vardır. Sadece etten, kemikten oluşmuyoruz. Bizi biz yapan şey bu değil. Yaşanmışlıklarımız... Kim olduğumuzu unutmayalım bu yüzden. Nerden ve nasıl geldiğimizi, doğru bildiklerimizi.. 
Içimizdeki yasalara ve toplumumuzdaki değerlere sahip çıkalım.
Bize ait olanları, bizi biz yapan şeyleri almalarına izin vermeyelim. Insan bilinçli bir canlıdır ve bu bilinçle taşır kendisini ileriye, bilincimizi asla unutmayalım. Hatırlayalım kendimizi, ve insanlık tarihi boyunca aynı yolda yürüdüğümüz insanları, yolu... 
Gücün hegemonyası altına girmeden, fakat çağımıza da ayak uydurarak yaşayalım. Kendimizi ve nerde duracağımızı bilelim, sınırlarımızı kaybetmeyelim. Bizi biz yapan, sınırlardır çünkü. 



Kaynakça 

- Dominique Simonnet, İnsanın En Güzel Tarihi, çev: Nurkalp Devrim, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009, s.1.





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Demokritos'un varlık anlayışı (Kısaca)

 Sofistler ve Sokrates'ten önce Yapılan felsefe doğa üzerineydi. Sofistlerle birlikte artık felsefenin konusu doğa üzerinden insana insan problemine döndü biten bu dönem filozoflar dediğmiz dönemdir ki en son filozofta şimdi bahsedeceğimiz Demokritos olacaktır ve onun varlık anlayışı.Demokritos'un bir varlık anlayışı vardır. Ona göre varlığın ana maddesi atom'dur. Atomlar varlığı meydana getiren en küçük parçacıklardır. Demokritosa göre varlığın ana maddesi sadece atomlar değil aynı zamanda boşluktur. Atomlar ne kadar varsa boşlukta o kadar vardır. Demokritos boşluk olmaksızın sadece dolunun olduğu yerde oluş ve bozuluşun olabilceğni düşünmüyor. Oluş ve bozuluşun olabilmesi için boşluğun dolu olmayanın olması gerekir. Dolu olanla boş olan aynı şekilde ,aynı biçimde vardır. Atom'un ne gibi özellikleri vardır peki ? Atomlar, Bölünemez ve parçalanamazlar. Atomların kendileri değişmezler. İçlerinde hareket yoktur; ama harekete sahiptirler. Ezeli ebedilik vardır. Yer de
PLATON VE ESERLERİ -Onun felsefe anlayışından ayrı başlıklarla daha sonraki yazılarda bahsedeceğïz. Kendisi ünlü antik yunan filozofudur. M.Ö 427-347 yılları arasında yaşamıştır. Geniş omuzlarından ve atletik yapısından dolayı platon lakabını alır. Asıl adı Aristokles’tir fakat platon ismiyle tanınmıştır. Kendisi 20 yaşından beri hiç yanından ayrılmadığı Sokrates’in öğrencisidir. Aynı zamanda ünlü antik yunan filozofu Aristoteles’in de hocasıdır. Platon’un aileden gelen bir felsefe temeli var. Lirik ve epik şiir yazmayıda biliyordu. Sanatla meşgul olsada daha sonra bunu taklit olarak nitelendirmiştir. Platon bir sanatçı ve özellikle edebiyatçı olarak yetiştirilmesinden dolayı kurguladığı düşünsel ürünleri çok ustaca ve şiirsel bir anlatımla ortaya koymuştur. Eserlerini diyaloglar biçiminde yazmıştır. Ilk filozoflar ve doğa filozoflarının hepsinden haberdardır. Antikçağ yunan felsefesinde Sokrates öncesi filozoflar daha ziyade materyalist görüşler üretmişlerdi. Antik felsefen